İnsanı: Kendimizi Anlamak
- Mehmet Karagül
- 20 May 2020
- 3 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 28 Eki 2023
Beni bende demen bende değilim Bir ben vardır bende benden içeri. Nereye bakar isem dopdolusun Seni nere koyam benden içeri.
Yunus Emre
Asıl insan’ın, teolojide Ruh olarak ifade edilen, bu dünyanın gerçekliği(!) ile kavranması ve anlaşılması pek de mümkün olmayan; ancak, hayat, ölüm, can, akıl, zekâ, düşünce, kanaat, şuur ve bilinç gibi çok farklı tezahürleri bulunan metafizik bir olgu olduğunu kabul etmek durumundayız.

Beden ve ruh, insan denen ve bütün kâinatın özünü teşkil eden bilinmezi bilineninden çok olan varlığın iki ayrı veçhesini teşkil etmektedir. Duyularımıza karşılık verdiği ve müşahhas bir özellik sergilediği için insanın beden hali, ruh yönüne göre daha anlaşılır niteliktedir. Çünkü beden bu dünyaya aittir.
Ruhun, zaman ve mekân olarak sınırlı olan bu dünya ile olan ilişkisini bedenin ki kadar rahat ve tabii olduğunu söyleyebilmek mümkün değildir. Ruh adeta bedende kendisinin hapsedildiğini hissettiği için sürekli sonsuzluk arayışı içindedir. Bu nedenle olsa gerek, bedenin ruha hâkim olduğu biz sıradan insanlarda, bu dünya için son olarak algılanabilecek olan ölüm, ruh için hep soğuk ve itici bir hal olarak hissedilmektedir. Ancak ruhun bedene hükmettiği kişilerde ölüm; Hz. Mevlana’nın ifadesiyle Şeb-i Arus, düğün günü, yani sevgiliye kavuşma anı olarak görülmektedir.
Ruh ve beden, iki ayrı dünyanın birbirinden çok farklı birer varlıklarıdır. Ancak geçici olarak bu dünyada beden ruhu kendi bünyesinde misafir ederken, onun misafirliği ile de kendisi şereflenmektedir. Binaenaleyh, ruh bedene sirayet ederek onun, varlıkların en üstünü haline dönüşmesine imkân vermektedir. Söz konusu birleşme neticesinde genelde bedenin ruha hükmetmesi söz konusu olmasına rağmen, ruhun bedene hükmetmesi de mümkündür ve az da olsa görülmektedir.
Bu dünya gerçeğinde insan, beden ve ruhtan müteşekkildir. Lakin insan olarak bilinen varlığın aslı; onun bilinci, şuuru ve düşüncesinin kaynağı olan ruhudur. Çünkü ölümle birlikte, beden ait olduğu bu dünyada kalırken, ruh sonsuzluk âleminde insanın özü olarak yolculuğuna devam etmektedir. Dolayısıyla, bu dünya için bedende misafir olan ruh bedene değil, bedenin ruha tabi olması çok daha varlığın tabiatına uygun olacaktır.
İçinde yaşadığımız zaman ve mekân olarak sınırlı olan bu evrende madde ve ruhun özgün bileşiminden mürekkep olan insan, birçok haliyle varlıkların en ileri hali olduğu için anlaşılması da o derece zordur. Varlık âleminin en ilkel hali olarak kabul edilen minerallerin bir ileri aşamasını bitkiler oluştururken, bitkilerin bir üst halini ise hayvanlar teşkil etmektedir. İnsan ise yapı ve oluşum, en önemlisi; sahip olduğu bilinç ve şuur yönüyle bütün varlık âlemine en üst seviyede ki bir noktadan nazar etmektedir. Söz konusu varlık aşamalarının birbirinden farkını şöyle de izah etmek mümkündür. Bitkiler canlılık alameti gösterseler de tamamen maddeye bağlıklarıyla kendi özgün yapılarını ortaya koyarlarken, hayvanlar maddeyi aşamadığı için hayvan olma mertebesinde takılıp kalmışlardır. İnsan ise maddeden manaya; bilinç ve şuura ulaşabildiği için insan olma onurunu yakalamış durumdadır.
İnsanı bütün varlıkların üstüne çıkaran yönü; zaman ve mekân itibariyle sınırlı olan bu âlemin parçası olan fiziki yönünün, sonsuzluk âleminden gelen ruhu, kendi varlığında barındırarak misafir etmesidir. Çünkü beden böylelikle, diğer varlıklarda olmayan saha dışı bir destekle, diğer varlıklara karşı üstünlük kurmuş olmaktadır. İnsanın kendi maddi yönü dâhil varlık âleminin bütün unsurlarına müdahale edebilmesi, onları kendi menfaati doğrultusunda kullanabilmesi, ancak böyle bir dış desteğin yardımıyla mümkün olan bir hal olsa gerek.
Sınırlı madde âlemine ait olan bedenin, sonsuzluk âleminden gelen ruhun desteğini alarak kendi hemcinslerine üstünlük kurması, kendisine önemli bir ayrıcalık tanırken; bedenin, kendisine destek olan ve misafir ettiği ruha ne denli ihtimam gösterdiği üzerinde durulması gereken diğer bir önemli bir husustur. Bu bağlamda, ruhun bedene sağladığı bunca desteğe karşılık, bedenin ruhun ihtiyaçlarını yeterince dikkate aldığını söyleyebilmek bir hayli zor olsa gerek!
Ruh ve bedenden oluşan bu dünya insanı hakkında her ne söylenirse söylensin, bunların birçoğunun yanlış olması kadar, doğrularının da deryada katre olduğunu kabul etmek durumundayız. Ruh ve bedenin bu dünya için gerçekleştirdiği beraberliğin mahiyetini çözebilmenin de bu çerçevede çok da kolay olmadığını kabul etmek zorundayız.
Ruhun bedene verdiği can ve onun ötesindeki bilinç ve şuur, bir manada ruhun bu dünya şartlarına kendisini uyumlaştırması olarak da düşünülebilir. Bir anlamda ruh bedene –maddeye- kendisinin tabi özelliklerini kullandırarak, bu âlemde beden olarak rol alan maddenin, diğer maddelere karşı üstün olmasını sağlamaktadır. Diğer taraftan ruhun, beş duyu organı; göz, kulak, burun, dil ve dokunma hissi ile yabancısı olduğu maddi dünyayla olan irtibatını sağladığını da söylemek mümkündür.
Ancak sağlıklı bir ruhun beden desteği olmadan bu dünya gerçeğinde çevre ile olan irtibatını kurabilmesinin mümkün olmadığını kabul etmek durumundayız. Lakin nasıl ki sağlıksız, ya da engelli bir bünye için gözün görmemesi, kulağın işitmemesi, dilin tat almaması olası ise maddeye hapsedilen ruhun da engelli olduğu gerçeği ortada iken, mevcut şartlarda doğrudan çevreyi algılayabilmesi mümkün olmamaktadır. Bilinmelidir ki birçoğumuzun “altıncı his” olarak ifade ettiği algılarımız, aslında üzeri küllenmiş ruhumuza ait korların, ben hala her şeye rağmen buradayım çığlığı olarak da değerlendirilebilir.
Ruh ve bedenin iç içe geçmişliği o denli karmaşık ve bütünleşik olacak ki ikisinin birbirinden ayrılışı anlamına gelen ölüm acısının şiddeti ile ilgili çok sayıda Hadisi Şerif bulunmaktadır. Normal yaşantımızda da söz konusu girift ilişkinin tezahürlerini görmek mümkündür. Mesela, psikolojik anlamda depresyon yaşayan bir kişinin fizyolojik olarak da bir çöküntü içinde olması gibi, mutluluğun birçok bedensel hastalığın iyileşmesine önemli destek sağlaması, beden ruh bütünleşmesi açısından son derece önemli göstergeler olarak değerlendirilmesinin sakıncası olmadığı kanaatindeyiz.
Commenti