İktisatta Yöntem Sorunu ve Milli iktisat Politikası
- Mehmet Karagül
- 20 May 2020
- 3 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 27 Eki 2023
Hiçbir surette yanlış bir yol ile veya yöntemle doğru bir amaca ulaşmak mümkün olmadığından, uygun bir yöntem, en az hedefin doğruluğu kadar önem arz etmektedir. Hatta hedefin veya idealin isabetli oluşu, ona ulaştıran yolun doğruluğuyla da yakından ilgili olduğunu göz ardı etmek mümkün değildir.

Bu çerçevede gerek sosyal, gerekse fen bilimlerinde belirlenen amaca ulaşabilmek büyük ölçüde o hedef için seçilen yöntemin isabetli oluşuna bağlıdır. Hatta bilinmelidir ki yöntemin yanlışlığı sebebiyle, ortaya konan birçok isabetli hedeften ya biraz daha uzaklaşılmakta ya da adı geçen hedef, tartışma konusu haline gelebilmektedir.
Dikkatle izlendiği zaman görülecektir ki geçmişten bugüne fikir dünyasında yaşanan tartışma veya çatışmalar, amaçlar üzerinde uyum sağlayamamaktan ziyade, araç veya yöntemler konusunda mutabakata varamamaktan kaynaklandığı açıkça görülecektir. Bu çerçevede iktisadi anlamda; gelir dağılımının adil olması, milli gelirin artması, enflasyonun düşmesi, işsizliğin asgari seviyeye inmesi ve dış borcun olmaması gibi hedefler, her düşünce sistemi tarafından müşterek mutabakat sağlanabilen hedeflerdendir. İktisadi alanda yaşanan tartışmalar ise söz konusu bu amaçlara hangi yöntemle ulaşılabileceği üzerinde yoğunlaşmaktadır.
Bu bağlamda, Kapitalist temelli liberal ve Keynesyen teoriler ile Sosyalist eksenli iktisadi yaklaşımların; amaçlardan ziyade, hep yöntemler üzerinde birbirleriyle çatıştığı göz ardı edilebilecek bir olgu değildir. Bu çerçevede iktisadi sorunları çözmeye yönelik uygun araçları tespit edebilmek için öncelikle iktisat bilimini gerçek haliyle tanımakta zaruret bulunmaktadır. Genel anlamda sosyal bir bilim olan iktisat, esas itibariyle insan merkezli bir manzumeler bütünüdür.
İktisat olarak tanımlanan bilim özünde üretim ve tüketimden müteşekkildir ve her iki faaliyet de insana ait davranış kalıplarından başka bir şey değildir. Dolayısıyla iktisadi olaylara doğru yön verebilmek için öncelikle insan davranışlarını etkin bir şekilde yönetebilmek zarureti bulunmaktadır. Bu çerçevede üretimi, tüketimi ve de ticaret dahil her türlü iktisadi faaliyeti insanlar açısından sadece kar amaçlı eylemler olarak değerlendirmek isabetli bir yaklaşım olmayacaktır.
İnsanların davranışlarında tabi ki yeme, içme ve barınma gibi zaruri kişisel ihtiyaçlar, önemli ölçüde belirleyici olmaktadır. Ancak bunlarla birlikte kişilerin davranışlarını etkileme konusunda; korkuların, değer yargılarının, kültürün, alışkanlıkların, beklentilerin vb. diğer etkenlerin önemini göz ardı etmek mümkün değildir. Dolayısıyla kanaatımız odur ki iktisadi olayları doğru anlayıp isabetli bir teşhis koyma konusunda, psikoloji ve sosyolojinin rolü, matematikten daha az değildir.
Bu çerçevede disiplinler arası çalışmanın gereğinin, her geçen gün daha fazla dikkat çektiği günümüzde, iktisadın psikoloji ve sosyoloji ile eş güdümlü çalışma yapması adeta bir zarurettir. Ancak son yıllarda iktisadi çalışmaların, birey ve toplum davranışlarını anlamaya çalışan, psikolojik ve sosyolojik eksenden, pür matematiksel teorilere kayma eğilimi göstermesi, iktisadın sorunlara karşı çözüm üretme kabiliyetini zayıflattığı dikkatlerden kaçmamalıdır. Bu demek değildir ki matematiğin iktisatta yeri yoktur.
Kastımız, iktisadi analizlerde en az matematik kadar psikoloji ve sosyolojiden de faydalanılmasının gereğidir.
Ayrıca unutulmamalıdır ki sosyal bilimlerde genel geçerlilik ilkesi yoktur. Köprünün altından her zaman su akar, ancak hiçbir vakit akan su aynı su değildir. Dolayısıyla var sayalım ki birebir gerçeği yansıtan verileri kullanarak, uygun bir modelleme ile gerçek ilişki düzeyi ve sonuca ulaştık. Bilinmelidir ki elde edilen bu sonuç, verilerin ait olduğu ülke, toplum ve zamana aittir. Söz konusu sonuçtan yola çıkarak, geleceğe dair uygulanan politikalardan beklenen etkiyi alabilmek, sadece bir rastlantı olacaktır. Çünkü gerçek hayat, iktisat teorisinin kabullendiği “ceteris paribus” ilkesinin öngördüğü, diğer faktörlerin sabitlendiği veya yok sayıldığı bir laboratuvar ortamı değildir.
Dolayısıyla iktisat politikası oluştururken, geçmişteki uygulamaların neticelerine göre davranmak yerine, birey ve toplum davranışlarını etkileme özelliğine haiz mevcut ve muhtemel olgular dikkate alınarak, gelecek için politik önermelerde bulunulması çok daha isabetli olacağı kanaatindeyiz. Eğer geçmiş uygulamaların tekrarından fayda sağlansa idi, makro iktisat teorilerindeki yaşanan sürekli yenilikler söz konusu olmazdı.
Biliyoruz ki Merkantilist düşüncenin sıkışmasıyla ortaya çıkan Klasik Teori, belli bir dönem, her sorunun çözüm kaynağı olarak görülürken, “Büyük Buhran” ile birden bire bütün sorunların menşei olarak algılanmaya başlanmıştır. Klasik düşünceye muhalif önerilerle ortaya çıkan Keynesyen Teori ise döneminde adeta tartışılmaz bir düşünce sistemi olarak kabul görmesine rağmen, kısa bir süre sonra tahtını Yeni Klasiklere bırakmak zorunda kalmıştır.
Bu noktada sosyal bir bilim olan iktisat için her yerde ve her zaman geçerli olan bir kural ve yöntemin varlığından söz etmek yerine, gelişen ve değişen koşulları doğru okuyarak, bu sürecin birey ve toplum davranışlarında ne tür bir farklılaşmaya yol açabileceği önceden öngörülmek zorundadır. Bunun için ise öncelikle insanı ve davranış kalıplarını iyi tanımak gerekmektedir.
Ayrıca bilinmelidir ki herhangi bir dönemde bir ülkede beklenen sonucu veren bir politikanın, aynı ülkede başka bir vakitte ya da aynı dönemde bile olsa başka bir ülkede aynı sonucu vermesi, duran saatin günde iki sefer doğruyu göstermesinden başka bir şey değildir. Dolayısıyla ülkelerin, yaşadığı iktisadi sorunlar için kendi toplumunun kültürel temellerine, siyasi yapısına, ekonomik kurumlarının işleyişine ve ülkenin tabi varlıklarına uygun, iktisat politikası oluşturması zarureti bulunmaktadır.
Sözün özü, yaşanılan iktisadi meselelerimizin çözümü için dışarıdan yönlendirme almak ya da kim ne yapmış diye kafa yormak yerine, bağımsız ve milli iktisat politikalarımızı oluşturmak gerektiği düşüncesindeyiz.
Commentaires