Toplumda Ekonomik Barış ve Faiz İkilemi
- Mehmet Karagül
- 20 May 2020
- 3 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 24 Kas 2024
Doğal ve kutsal bir üretim faktörü olan emeğin, türetilmiş üretim faktörlerinden olan sermaye kadar üretimden pay alamaması gerçeğini ve bunun doğurduğu, iktisadi ve sosyal maliyetleri bir sonraki yazımızda izah etmeye çalışacağız.
Sermayenin karşılığı ve hakkı olduğu iddia edilen faizin, emeğin karşılığı olan ücretten çok daha fazla olması, aşırı zenginlik ve yaygın yoksulluğa yol açarak, toplumda gelir dağılımının bozulmasına ve sosyal barışın ortadan kalkmasına yol açtığı muhakkaktır. Hali hazırda ülkemizde ve dünyada toplumların çok büyük bir bölümü, sürekli çalıştığı ve üretime ciddi katkı sağladığı halde, temel ihtiyaçlarını karşılayacak gelire dahi ulaşamadığından borçlanmak zorunda kalmaktadır.

Bugüne kadar ülkemizde ve dünyada ortaya çıkan iktisadi krizlerin temel nedeni, Klasik iktisadın en genel kuralı olan her arz kendi talebini oluşturur ilkesinin işletilmemesidir. Bunun sebebi de üretimde emeğiyle çalışan geniş toplum kesimleri hak ettiği ücreti alamaması neticesinde talep yetersizliği oluşurken, sermaye sahiplerinin aşırı birikim yaptığı gerçeği ise olayın en vahim tarafıdır.
Günümüzde ise söz konusu sorun tüketici kredileriyle aşılmaya çalışılırken, bu kredilerin ödenememesi sonucu, dar gelirlinin elindeki kısıtlı mülkün de borç veren sermaye sahibi zenginin eline geçmesi kabul edilebilir bir durum olmasa gerek. Bu noktada inkârı mümkün olmayan bir gerçek var ki o da emeğiyle çalışanın, temel ihtiyaçları için almak zorunda olduğu kredinin kaynağı, esasen onun hakkı olup da alamadığı ve dolayısıyla sermeye sahibinde kalan bir diğer ifade ile gasp edilen emeğinin karşılığından başka bir şey olmadığıdır.
Çünkü eğer emek sahibi vaktinde hak ettiği ücreti tam olarak alabilseydi, ne emek sahibi borçlanmak zorunda kalacak, ne de borç verenlerin elinde bu denli aşırı sermaye birikimi olacaktı. Ayrıca üretici malını pazarlamak için müşteri sıkıntısına da düşmeyecekti. Faizin sosyal adaletsizlik kaynağı olmasının bir başka nedeni, üretim sürecinde risk üstlenmemesidir. Üretim aşamasında zarar veya düşük kar gibi bütün riskleri, emek ve doğal kaynak sahibi ile müteşebbis üstlenirken, türetilmiş üretim faktörü olan sermaye sahibi ise hiçbir risk üstlenmemektedir.
Konunun bir diğer boyutu ise bireylerin çoğaltma imkânı olmadığı toplam para arzını, aldığı borç karşılığında sanki çoğaltabiliyormuş gibi faiz ödemek zorunda kalmasıdır. Birey ve toplum mal ve hizmeti üretim yaparak çoğaltabilirken, para için böyle bir durum söz konusu değildir. Dolayısıyla, kişiler arasında mal ticareti herhangi bir haksızlığa yol açmazken, para ticareti tamamen zulüm niteliğinde bir eylemdir. Çünkü faiz, bireyden yapması çoğaltması mümkün olmayan bir ürünü (para) çoğaltarak geri ödemesini öngörmektedir. Bu bağlamda borç karşılığında faizin ödenebilmesi için ülkede reel olarak para miktarı artmadığından, mutlak surette bir başkasının gelirinin azaltılması tek yoldur. Bu da apaçık haksızlık ve adaletsizlikten başka bir şey olmayacaktır.
Bu noktada enflasyonun olduğu ekonomilerde mal miktarına karşı para miktarının daha fazla artması nedeniyle, önceden sözleşmede belirtilmek suretiyle, borç verilen paranın uğradığı alım gücü kaybının telafisi çerçevesinde ilan edilen enflasyon oranı bazında, geri ödemede fark verilmesini, yukarıda bahsedilen tarzda değerlendirmek ise doğru değildir.
Para, ekonomik hayatta değer ölçme, mübadele, tasarruf etme gibi birçok özelliğe sahip olmasına rağmen, bizatihi kendisinin hiçbir ihtiyacı karşılamaması, onu diğer iktisadi varlıklardan ayıran en önemli özelliği ve aynı zamanda yetersizliğidir. Bundan dolayı, bizatihi kendisi hiçbir ihtiyacı doğrudan karşılayamayan bir objenin, üzerine artı değer koyarak alınıp satılmasında bir hakkaniyet bulunduğunu savunabilmek pek de kolay olmasa gerek.
Yatırımlar için gerekli olan finasal sermayenin ancak faizle karşılığı sağlanabileceği düşüncesi oldukça riskli bir yaklaşımdır. Çünkü yatırımlar için ihtiyaç duyulan sermaye birikiminin, faiz yoluyla toplanması şart olmadığı gibi doğru da değildir. Buna karşılık, ortaklıklarla gerçekleştirilecek yatırımların çok daha sosyal içerikli ve kalkınmaya dönük olduğu bir gerçektir.
Öte yandan toplumsal tasarrufların artmasının temel faktörü faizlerin yüksekliği değil; toplumun tüketim ve tasarruf alışkanlıkları, yatırımların karlılık oranı, üretim yapma hazzı ve en önemlisi gelecek kaygısı faktörleridir.
Netice itibariyle bugün ekonomik ve sosyal hayatımızın olmazsa olmazı gibi algılanan faiz uygulamasının, iktisadi ve toplumsal yaşantımıza faydadan ziyade, üretimde maliyet artışı, gelir dağılımında adaletsizlik ve toplumda ise artan yoksulluğa bağlı sosyal çatışmalara neden olduğu göz ardı edilemez.
Comments